TABİ BU HUSUSTA YAPILAN AĞIR HASAR TESPİTİNİN GERÇEKTE VAR OLMAMASI ÖNEM ARZ ETMEKTEDİR. ŞÖYLE Kİ;
DEPREMDE BİR ÇOK VATANDAŞIMIZIN HAYATINI YİTİRMESİ SEBEBİYLE VE TESPİTE GELEN MÜHENDİSLERİN DEPREMİN VERDİĞİ KORKU VE HEYECANLA KENDİLERİNİ RİSKE ATMAMAK ADINA AZ VEYA ORTA HASARLI KONUTLARA BİLE AĞIR HASAR TESPİTİ YAPTIKLARINI GÖRMEKTEYİZ.
HAL BÖYLE İKEN GERÇEK MANA DA KONUT VEYA İŞYERİNİZ AZ HASARLI VEYA ORTA HASARLI OLMASI GEREKİRKEN AĞIR HASARLI TESPİTİ YAPILDIYSA BUNU ANCAK DAVA AÇMAK SURETİYLE GERÇEK DURUMUNA ÇEVİRMEK MÜMKÜNDÜR.
BU ANLAMDA BİR AVUKATTAN YARDIM ALDIĞINIZ TAKTİRDE, KONUT VEYA İŞYERİNİZİN YIKILMASI YERİNE GÜÇLENDİRME YÖNTEMİYLE VEYA SADECE TADİLAT YÖNTEMİYLE KURTARABİLMENİZ SÖZ KONUSUDUR.
]]>Herkes depremin ilk gününden itibaren buraya neden bu imar verilmiş, bu inşaatın yapımı neden kontrol edilmemiş diye sorular sormakta, aslında hesap sormak istemektedir.
Burada asıl olan her ne kadar müteahhit imalatında eksiklik olsa da yapı denetimde kurduğu sözleşmeden dolayı yapı denetim şirketleri de , müteahhitler kadar bu zararlardan sorumludur. Ancak günümüzde bu ikisinden de kazanılan davaların tahsili mümkün olmamaktadır.
Bir başka seçenek ise idarenin yapmış, hatalı yapmış veya ihmali ile bu binaların zarar görme ihtimalidir. Bu ihtimalde genellikle ilçe belediyeleri bu zararların bir kısmına katlanmak ve zararları karşılamak zorundadır. Çünkü müteahhite o arsaya imar veren, inşaat ruhsatı veren ve en önemlisi yapı kullanma izin belgesi veren belediyeler’dir.
Daha önceleri evleri yıkılan, ağır veya orta hasar alan vatandaşların açtığı davalarda Danıştay’ın ve Bölge İdare Mahkemeleri’nin verdikleri kararlarda ilçe belediyelerinin, Çevre Şehircilik il müdürlüklerinin ve AFED başkanlığının sorumluluğuna hükmedilmiştir. Bu şekilde kusur oranlarına göre tahsili mümkün olan tam yargı davaları açılmıştır.
]]>Kanunda bu şekilde yer verilsede uygulamada bazı farklılıklar vardır. Bu farklar kanunen size tanınmış bir hakkın mahkeme kararıyla tescillenmesine yardımcı olan ve kanun maddesinden azda olsa farklı olan hususlardır.
Bu farklılıklar asliye hukuk mahkemelerine açılan tescil davasının gidişatında önemli rol oynamakta olup davayı kaybetmenize veya kazanmanıza en büyük etkisi olan farklardır.
Sadece kanunda belirtildiği gibi 20 yıldan fazla o tapuya kayıtlı olmayan arazinin sizin zilyedinizde olması tabiki yetmemektedir. Çok önem arz eden hususlar da bu kısımda devreye gitmektedir. Sadece dava açarak bu taşınmazı kendi adınıza tescil etmeniz malesef mümkün değildir. Dava dilekçesi, delilleriniz çok önemlidir. Aynı davayı bir tek kelime ile kaybedebilir veya kazanabilirsiniz. Bu hususta tabiki de hukuki olarak uzman bir avukatın yardımına ihtiyacınız var.
Tapuda kayıtlı bir gayrimenkulün veya payın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla mülk edinilmesi kural olarak mümkün değildir. Ancak, tapu kaydından taşınmazın mülk sahibinin kim olduğu anlaşılamıyorsa veya 20 yıl önce hakkında gaiplik kararı verilen bir kimseye ait ise, taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkündür. Bu hükmün uygulanabilmesi için gayrimenkulün sahibinin kim olduğunun bilinmesini sağlayacak, kimliğin belirlenmesine yarayacak bilgi ve belgelerin tapu sicilinden (kütüğünden) çıkarılmasının imkansız olması gerekir ( Yargıtay HGK’nun 10.04.1991 tarih 1991/8-51 Esas, 194 Karar ve 15.04.2011 tarih 2011/8-111 Esas, 2011/180 Karar).
Tapu kütüğünden sahibi anlaşılamayan veya sahibi hakkında 20 yıl önce gaiplik kararı verilen gayrimenkulü, nizasız ve aralıksız 20 yıl malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, gayrimenkulün kendi adına tescilini sağlamak üzere tapu iptal ve tescil davası açabilir. Yani, malik sıfatıyla zilyet için zilyetliğin başladığı tarihten itibaren 20 yıllık bir kazandırıcı zamanaşımı süresi söz konusudur.
Gayrimenkulün sahibinin anlaşılamaması şu hallerde mümkündür (Yargıtay 8. HD – Karar: 2016/6183) :
“Tapu kütüğünden kim olduğu anlaşılamayan malik” kavramını gayrimenkul ile ilgili bazı fiili ve hukuki sorunlarla karıştırmamak gerekir. Örneğin; tanınmayan, hatırlanmayan, adresi tespit edilemeyen, kendilerine tebligat yapılamayan, mirasçıları belirlenemeyen, uzun yıllar önce ölmüş ya da taşınmış bir kişinin mülkiyet hakkı devam eder. Bu kişiye ait taşınmazın mülkiyeti, kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile elde edilemez. Çünkü, bu hallerde taşınmazın sahibi bellidir, “tapu kütüğünden kim olduğu anlaşılamayan malik” kavramı söz konusu değildir.
Sonuç olarak bir hususun tek başına olmayıp birçok hususun birlikte değerlendirildiği bahsettiğimiz dava türünde ancak profesyonel bir hukuki yardım alındığı taktirde dava kazanılabilecektir.
]]>Öncelikle haklarında sınır dışı kararı verilenler kararın kendilerine tebliğ edildikten sonra 7 gün içerisinde İdare Mahkemesinde dava açmak zorundadırlar. Dava bu sınır dışı kararının iptali için açılmaktadır. Sınır dışı kararı iptal edilen göçmen idare tarafından serbest bırakılacaktır.
Ayrıca belirtmek gerekir ki idari gözetim kararı ile sınır dışı kararı iki ayrı işlemdir. Bu işlemlerin nedenleri çoğu zaman aynı olsa da doğurdukları sonuçlar ve bu işlemlere karşı başvurulabilecek merciler farklılaşmaktadır. Bu nedenle kişinin bu geçici gönderme merkezinden çıkarılması için üstün bir hukuk bilgisinin bulunması gereklidir.
6458 sayılı YABANCILAR VE ULUSLARARASI KORUMA KANUNU 54. maddesinde yazılı nedenlerden biri bulunanlar için valiliklerce sınır dışı kararı alınmaktadır. Bu yazılı gerekçelerin doğru olmadığı veya alınan karardaki usulsüzlükler dava konusu edilebilecektir. Kişi açılan dava sonuçlanıncaya kadar sınır dışı edilemez. Ancak açılan davanın kabul edilebilmesi ve dilekçenin baştan reddedilmesi için avukattan yardım alınabilir.
]]>CEZA MUHAKEMESİ KANUNU 253. MADDE DE DÜZENLENMİŞTİR. CEZA MUHAKEMESİ KANUNU 253.MADDEDE SAYILAN SUÇLAR SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA, ŞÜPHELİ İLE MAĞDUR VEYA SUÇTAN ZARAR GÖRENİN GERÇEK VEYA ÖZEL HUKUK TÜZEL KİŞİSİ OLMASI HALİNDE UZLAŞTIRILMA GİRİŞİMİNDE BULUNULUR.
MAĞDURUN SUÇA SÜRÜKLENEN ÇOCUKLAR BAKIMINDAN AYRICA ÜST SINIRI 3 YILI GEÇMEYEN HAPİS VEYA ADLİ PARA CEZASINI GEREKTİREN SUÇLARDA UZLAŞTIRMA YOLUNA GİDİLEBİLİR, ŞİKAYETE BAĞLI DEĞİL İSE, UZLAŞTIRMA YOLUNA GİDİLEBİLMESİ İÇİN, KANUNDA AÇIK HÜKÜM GEREKİR.
CİNSEL DOKUNULMAZLIĞA KARŞI SUÇLARDA, SORUŞTURULMASI VE KOVUŞTURULMASI ŞİKAYETE TABİ OLSA BİLE, UZLAŞTIRMA YOLUNA GİDİLEMEZ.,
UZLAŞTIRMACI MAĞDUR VE FAİLE ULAŞARAK, UZLAŞMA DURUMUNDAN BAHSEDER. UZLAŞMAK İÇİN TARAFLARDAN GÖRÜŞ İSTER. HER İKİ TARAFINDA KABUL ETTİĞİ HALLERDE UZLAŞMA SAĞLANIR. UZLAŞMA SAĞLANDIKTAN SONRA CEZA DAVASI AÇILMAZ.
UZLAŞMA ESNASINDA TARAFLAR KENDİ ARALARINDA BELİRLEDİĞİ ŞARTLARDA DA ANLAŞABİLİRLER, BU ŞARTLAR HER İKİ TARAFINDA KABUL ETTİĞİ DURUMDA HERHANGİ BİR ENGEL OLUŞTURMAZ. ÖRNEĞİN MAĞDUR OLAN TARAF FAİLDEN TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE BAĞIŞTA BULUNULMASINI İSTEYEBİLİR.
]]>Verimli olması, çevresel sürdürülebilirliği, fosil yakıt rezervlerinin azalması, enerjide dışa bağımlılık ve karbondioksit emisyonu gibi etmenler sebebiyle fosil yakıtlı araçların yerini elektrikli araçlar almaya başlamıştır.
Elektrikli araçların sayısının artmasıyla birlikte pazar büyümekte ve her yerde şarj istasyonlarına olan ihtiyaç artmaktadır.
Dünyada ve Türkiye’de gittikçe yaygın kullanılmaya başlayan akıllı ulaşım sistemleri ve elektrikli araç kullanımı ile ilgili Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın 2020-2023 Akıllı Ulaşım Sistemleri Eylem Planına göre 2021 yılı sonuna kadar elektrikli araç ve şarj istasyonlarına ilişkin mevzuat düzenlenmesi planlanmıştır. Söz konusu mevzuatın hazırlanmasında elektrikli araçların ülkemize nazaran daha yaygın olarak kullanıldığı Norveç, Almanya, İngiltere, İspanya, Brezilya ve ABD gibi ülkelerin mevzuat düzenlemeleri örnek alınmaktadır. Elektrikli araçların ve şarj istasyonlarının hukuki niteliği, kullanım koşulları, bireysel mülkiyet ve kamu mülkiyetinde nasıl ve ne şekilde yer alacağı, olası aksaklıkların müeyyideleri kavramları henüz hiçbir dünya ülkesinde tam olarak oturmuş değildir. Ancak Türkiye mevzuat düzenleme öngörüsü ile bu kavramlara yön veren ülkeler arasında yer alacaktır.
Elektrikli araçların ve bu araçları şarj etmek için elektrikli şarj istasyonlarının, özellikle yerli otomotiv statüsünde olan TOGG araçlarının da satışa sunulmasıyla birlikte hayatımızda yaygın olarak yer almaya başlayacağı kesindir. Elektrikli şarj istasyonlarının konut, iş yeri gibi alanlara kurulumu istendiğinde özellikle apartman ve site gibi toplu yaşamın söz konusu olduğu yerlerde Kat Mülkiyeti Kanunu nezdinde uyuşmazlıklar çıkabilecek; AVM, otoparklar, akaryakıt istasyonları vb. yerlerde kurulması izine tabi olup olmaması hususunu da beraberinde getirecek; şarj istasyonlarının düşük ve yüksek seviyede (AC ve DC) kurulumları farklı güçte kW verilmesini gerektirecek ve enerji verimliliği ve elektrik dağıtım mevzuatının da mevzu bahis olacaktır. Elektrikli araçlar, hayatımıza daha yaygın kullanılmaya başlanmasıyla birlikte örneklendirdiğim gibi ve birçok farklı alana temas edecek, dolayısıyla hukuki düzenlemeyi gerekli kılacaktır.
Elektrikli araçlardan bir diğeri olan elektrikli scooter’ların hukuki niteliği ve ne şekilde düzenleneceği ise 30.12.2020 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan ve torba kanun niteliğinde olan 7261 sayılı Türkiye Çevre Ajansının Kurulması İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun çerçevesinde Çevre Kanunu ve Belediye Kanunu’nunda yapılan değişiklik ve eklemeler ile belirlenmiştir. Kanun, trafik güvenliğini elektrikli scooter kullanmaya uygun hale getirme görevini belediyelere yüklemiş ise de, bu husus elektrikli scooterlar ile trafiğe çıkılabileceği anlamına gelmemektedir. Zira mevzuat düzenlemelerine göre elektrikli scooterlar bisikletler gibi, fakat motorlu araç olarak bisiklet şeridinde kullanılabilecektir.
Dünyanın daha çevreci olma, emisyonu azaltma ve teknolojideki ilerleme gayreti, çevreye karşı duyarlı araçların hayatımıza girmesine ve yavaş yavaş hayatımızı yaşayış biçimimizi bu yöne kanalize etmemizi gerektirmektedir. Bu ve benzeri gelişmeler ise yaşayan bir olgu olan hukuk düzeninin de değişmesini ve evirilmesini gerekli kılacaktır.
]]>Zincirleme Suçun tanımını yapacak olursak ; bir suç kastıyla hareket ederek, birden fazla aynı suçu oluşturan hareketleri farklı zamanlarda, aynı kişiye karşı işlemiş olmak sebebiyle faile tek bir suçtan ancak TCK M.43 Bağlamında artırılarak ceza verilmesini öngören ceza hukuku müessesidir.
Zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için ilk şart; aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla kere işlenmesidir. Yargıtay uygulamasına göre; “aynı suçtan anlaşılması gerekenin, aynı suç tipi olduğu”, kanunda düzenlenen suçların ismi aynı ise aynı suçtan söz edileceği, suçun ismi farklı ise artık aynı suçtan bahsedilemeyeceği kabul edilmektedir. Aynı suç kavramına suçun teşebbüs halinde kalma hali de dahildir. Örneğin Dolandırıcılık suçunda suçu bir kez işledikten sonra mağduru tekrardan dolandırmaya çalışması sırasında durum fark edilir ve engellenilse de Fail dolandırıcılık suçunda zincirleme suç hükümlerine göre yargılanır. Zincirleme Suç hükümlerinde ikinci şart işlenen suçun mağdurlarının aynı olmasıdır. Örneğin bir apartmanın önceki gün bir dairesini soyan hırsız ertesi gün başka bir dairesini soyarsa suçun mağdurları farklı kişiler olduğundan zincirleme suç hükümleri uygulanmaz. Son şart ise işlenen suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmiş olması gerekmektedir. Söz konusu şart M.43’de de açıkça yer almaktadır.
Aynı suçu meydana getiren fiillerin çokluğu halinde zincirleme suçtan bahsedilemez yani hırsızlık suçunda hırsızın çantada ki cüzdanı çalıp devamında da telefonu çalması zincirleme suç hükümlerinin uygulanacağı anlamına gelmez.
Zincirleme suç hükümleri uygulanırken dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Fail tarafından işlenen suçlardan ilkinde suç emniyet görevlileri tarafından fark edilmesine rağmen fakat failin tekrardan suçu işlemesi engellenmeyerek fiziki takip başlatılıyorsa ve failin aynı suçu işlemesiyle yakalandığında zincirleme suç hükümlerine göre yargılanması Yargıtay’a göre yanlıştır. Yargıtay’ın pek çok kararında söz konusu durum da fiziki takibi yapan gizli soruşturmacının görevi failin suç işlemesini önlemektir. Devlet görevlisi bir kişinin daha fazla suç almasını sağlayabilmek adına failin yaptığı hukuka aykırı hareketlere fırsat vermemelidir. Asıl olan bir suç işlendiği tespit edildiğinde suç işleyeni yakalayıp yargı önüne çıkarmaktır. Fakat uygumlalar da bu durumun karşıt halini çok fazla görmekteyiz. Aşşağıda ki Yargıtay Kararında da görmekteyiz ki bu yanlış bir uygulamadır.
Zincirleme suç bazı durumalarda farklı yorumlanabilmektedir ve mağduriyetlere yol açabilmektedir. Bu mağduriyetleri önlemek adına yapılan itirazlar sonucu yargıtay aşağıda düzenlendiği şekilde bir hüküm kurmuştur.
10. Ceza Dairesi, 2016/3408 E., 2017/3547 K.
“Gizli soruşturmacının görevi, soruşturma konusu suçun işlenip işlenmediğini, işlenmiş ise işleyenin kim olduğunu belirlemek ve bu konuda ki delilleri toplamaktır. Gizli soruşturmacı bu görevini yerine getirirken suç işleyemez, başkasını suç işlemeye azmettiremez. Devletin temel görevlerinden biri de suç işlenmesini önlemektir. Devlet görevlisinin bir kişinin daha fazla ceza almasını sağlamak için nu bazı hareketleri yapmaya yönlendirmesi ve ona bunun için fırsat vermesi kabul edilemez. Aksi halde gerek Anayasa’nın 2. Maddesinde yer alan ‘hukuk devleti’ ilkesi gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. Maddesinde öngörülen “adil yargılanma” hakkı ihlal edilmiş olur. Esas olan gizli soruşturmacı olan görevlinin bir suç işlendiğini tespit ettiğinde suç işleyeni yakalayıp yargı önüne çıkarmasıdır. “
Stj. Av. Dilara KARACA
]]>Bunlardan en önde geleni ise ‘maske’. Coronavirüs vakalarının artması ile ölüm oranlarının da artması sebebiyle bir çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de maske takma zorunluluğu için yasal bir zemin hazırlandı ve cezai müeyyideye bağlandı. Hal böyleyken maske takmayanlar hakkında cezai işlemler uygulanmaya başlandı.
İl hıfzıssıhha meclislerinin kararları doğrultusunda valilik tarafından halka bildirilen bu zorunlulukta yine ceza kesmeye yetkili makam valilik makamıdır. Hal böyleyken polis memurları maske takmayanlar hakkında gerekli tutanağı düzenleyerek valiliğe göndermek zorundadırlar. Bazı polis memurları ise kabahatler kanununa aykırılıktan idari para cezası kesmişlerdir. Hal böyleyken Yargıtay bu konuyu daha açıklayıcı hale getirmek için emsal karar niteliğinde bir karara imza atmıştır.
Yargıtay 19.Ceza Dairesi kararında özetle ””vali başkanlığında toplanan hıfzıssıhha meclisi maske takma zorunluluğu kararı alabilir ancak cezai işlem uygulanan radar gibi hallerde olduğu gibi, maske takılması için uyarı levha ve afişleri asılması gereklidir. Polisler maske takmayanlar hakkında idari para cezası kesemez, ancak tutanakla imza altına alarak ilgili il valiliğine gönderebilirler.””
]]>1)4857 sayılı İş Kanunu’na göre İşçi olmak. Söz konusu kanuna göre iş sözleşmesi ile bir işverenin işyerinde çalışan kişiy işçi denilmektedir. İş sözleşmesinin yazılı veya sözlü yapılmış olması bir önem fark etmemektedir. 4857 sayılı kanunun 14. Maddesinde bu kanun kapsamı dışında kalan işçiler sayılmıştır. Bunlar;
■ Deniz ve hava taşıma işlerinde çalışanlar,
■ 50’den az işçi çalıştırılan (50 dahil) tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde veya işletmelerinde çalışanlar,
■ Aile ekonomisi sınırları içinde kalan tarımla ilgili her çeşit yapı işleri,
■ Bir ailenin üyeleri ve 3 üncü dereceye kadar (3 üncü derece dahil) hısımları arasında dışardan başka biri katılmayarak evlerde ve el sanatlarının yapıldığı işlerde çalışanlar,
■ Ev hizmetlerinde çalışanlar,
■ Çıraklar,
■ Sporcular,
■ Rehabilite edilenler,
■ Esnaf ve Sanatkarlar Kanunu’nun 2 nci maddesinin tarifine uygun üç kişinin çalıştığı işyerlerinde çalışanlar.
Yukarıda sayılı olan çalışanlar bu kanun kapsamında işçi sayılmadıkları için kıdem tazminatı almaya hak kazanamazlar.
2) Diğer şartımız ise bir yıl çalışma şartıdır. Aynı işveren kapsamında kesintisiz olarak en az bir yıl çalışmış olan işçiler Kıdem tazminatı almaya hak kazanırlar. Bu bir yıla işçi ve işveren arasında geçen deneme süresi de dahildir.
3) İşçi ve işveren arasında yapılan iş sözleşmesi belirsiz süreli olmalıdır veya belirli süreli iş sözleşmelerinde sözleşmede öngörülen süre bir yıldan fazla ve geçen bir yılın ardından sözleşme süresi dolmadan iş akdi sonlandırılmış ise de işçi kıdem tazminatı alabilir. Fakat belirli süreli iş sözleşmelerinde işçi süre bitiminde kıdem tazminatı talep edemez.
4) İş akdinin feshinden itibaren 5 yıl geçmemiş olmalıdır. Beş yılın sonunda zamanaşımına uğrayacaktır.
5) İş sözleşmesi işçi tarafından haklı nedenlerle veya işveren tarafından haksız nedenlerle feshedilmiş olmalıdır.
Yukarıda sayılan şartlara ek olarak aşağıda ki durumlarda da işçi kıdem tazminatına hak kazanır;
■ İşverenin, çalışanın ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış sebepleri haricinde bir nedenle sözleşmesini feshetmesi,
■ Çalışanın, sağlık, iyi niyet ve ahlak kurallarına aykırılık ya da işin durması vs. nedenlerle sözleşmesini feshetmesi,
■ Askerlik görevi nedeniyle işten ayrılma,
■ Kadınların evlenmesi durumunda (1 sene içinde) işten ayrılması,
■ Emeklilik hakkını kazanıp ya da bu kapsamda yaş dışında 15 yıllık sigortalılık sigortalılık süresi ve 3600 prim gününün doldurulması sebebi ile işten ayrılma,
■ Çalışanın vefat etmesi (yakınlarına ödenir)
Kıdem tazminatının hesaplanması
İşçiye çalıştığı her yıl için 30 günlük brüt ücreti tutarında tazminat ödenir. Tazminat tutarı giydirilmiş brüt ücret üzerinden hesaplanılır ve çalışılan yıl ile çarpılarak miktar bulunulur. ( Giydirilmiş brüt ücret; Çalışana verilen aylık çıplak ücrete, ikramiye, prim, yol, yemek, vb. ödemelerin eklenmesiyle bulunan ücrettir.)
Kıdem tazminatı tavan tutarı nedir?
Sene de iki kere Ocak-Haziran ve Temmuz-Aralık olmak üzere Hazine Maliye bakanlığı tarafından kıdem tazminatı tavan tutarı belirlenir. 2020 yılında ilk yarıda belirlenen tutar 6130 TL ilken ikinci yarı da 7117 TL olmuştur. Yani işçi bu tutarların üzerinde bir miktarda maaş alıyorsa kıdem tazminatının belirleneceği aylık ücret 2020 Temmuz-Aralık ayı için en fazla 7.117 TL üzerinden hesaplanabilir.
STJ.AV. DİLARA KARACA
]]>